OECD Türkiye Masası Şefi Gönenç: ‘En acil sorun, güvenin tesisi’

Yayınlama: 22.03.2021 14:56:00 Güncelleme: 07.04.2021 10:16:24

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Türkiye Masası Şefi Rauf Gönenç, Türkiye ekonomisine ilişkin “en acil sorunun” makroekonomik politika çerçevesine; yani para, maliye ve finans piyasası politikaları bileşimine güvenin tesis edilmesi olduğunu söyledi. 

OECD Türkiye Masası Şefi Gönenç: ‘En acil sorun, güvenin tesisi’
Dünya’nın sorularını yanıtlayan Gönenç, öncelikli olarak yapılması gerekenleri ‘Enflasyonu hedefe yönlendirmek, kamu maliyesini sağlam bir çizgiye oturtmak, finans sektöründeki şok risklerini ortadan kaldırmak, makroekonomik çerçeveye ve TL’ye güveni tesis etmek’ şeklinde sıralıyor ve ekliyor: Uluslararası standartlara dayanan bir makroekonomik politika bileşimi oluşturulmasının, güveni çok artıracağı görüşündeyiz.
 
Elif KARACA
 
OECD, Türkiye'nin 2021 yılı büyüme tahminini % 5,9'a çıkardı. Bu revizyonun gerçekçiliği son günlerde çeşitli tartışmalara neden oluyor. Siz bu büyümenin nasıl gerçekleşmesini bekliyorsunuz?

Gayrisafi yurtiçi hasılanın 2020’nin sonunda, yani dördüncü çeyrek itibariyle geldiği nokta, 2021 yılının her dört çeyreğinde ekonomi hiç büyümese dahi 2021 yıllık büyüme oranının %5,5’in üzerinde olacağını gösteriyor. Dünyada pandeminin etkilerinin 2021’in ikinci yarısından itibaren hafifleyeceğini öngören global senaryoda Türkiye’nin %5,9’luk büyüme patikası aslında son derece muhafazakar. 2021’in dört çeyreğinde çok sınırlı bir ortalama büyüme hızı öngörüyor. Üstelik ulusal ve uluslararası büyüme senaryoları her zaman şok-dışı senaryolar. Bu nedenle projeksiyonlarımız yayınlandığında “neden bu kadar yüksek?” değil “neden bu kadar düşük?” diye sorgulanmasını bekliyordum. Manzaraya her zaman çeyrekten çeyreğe büyüme patikaları ve bunların getirdiği yıllık büyüme oranları bazında bakmak gerekiyor.

AKADEMİK DANIŞMA KURULLARI ÖNEMLİYDİ
Çeyreklik büyüme verilerinin kalitesi üzerine tereddütler mevcut. Yalnız bu çok farklı bir konu ve mevcut verilere dayalı projeksiyon çalışmalarından ayrılması gerekiyor. Bizim de muhtelif tereddütlerimiz var. Örneğin, stok artışlarının milli gelir hesaplarında bu denli ağırlık kazanmış olması soru işaretleri yaratıyor. TÜİK’in bu ve benzer tereddütleri yüksek nitelikli akademik danışman kurullarında ele alma girişimi fevkalade önemliydi, ciddi beklentiler yaratmıştı. Neden sürdürülmedi bilmiyorum.

Şubat’ta G-20 projeksiyonlarını yaparken 2021 Türkiye’si için hem olumlu hem olumsuz rüzgarların olacağını, ancak ikincilerin ağır basacağını öngördük. Karşı rüzgarların şiddetlenme olasılığını göz önünde tutarak, tüketim, yatırım ve dış ticaret patikalarını ayrı ayrı değerlendirdiğimizde böyle zayıf bir çeyrekten çeyreğe büyüme çizgisi ortaya çıktı. En olumlu rüzgar ihracat pazarlarının pandemiyle mücadelelerindeki ilerleme ve bu ülkelerin destekleyici maliye ve para politikalarının Türkiye’ye olan talebi desteklemesi idi (turizmi bunun dışında tutsak dahi). En ciddi karşı rüzgârlar ise, 2020’in sonunda çok artmış olan hanehalkı ve şirketler borç yükü ve bunların artmış olan re-finansman maliyeti ile, makroekonomik politika çerçevesinin öngörülmesinde devam eden belirsizlikler ve bunlardan kaynaklanan risk primi ve döviz kuru oynaklıklarıydı. Bu faktörlerdeki değişikliklere göre ilkbahar projeksiyonlarimizi tabii tekrar değerlendireceğiz.

Türkiye'nin 1 numaralı ekonomik sorunu sizce hangisidir?
Bu soru üzerine görüşümüzü “en acil” ve “en önemli’yi ikiye ayırarak cevaplamak isterim. “En acil sorun”’ makroekonomik politika çerçevesine, yani para, maliye ve finans piyasası politikaları bileşimine güveni tesis etmek. Enflasyonu hedefe yönlendirmek, kamu maliyesini sağlam bir çizgiye oturtmak, finans sektöründeki şok risklerini ortadan kaldırmak, dolayısıyla bunları taşıyan makroekonomik çerçeveye ve TL’ye güveni tesisi etmek. Böyle tanımlanmış bir “en acil” incelememizi yayınladığımız Ocak’ta ve G-20 makroekonomik projeksiyonlarımızı yayınladığımız Şubat’ta öyleydi, bugün daha da öyle.

İÇ TALEP - DIŞ TALEP DENGESİZLİĞİ
“En önemli” ekonomik sorun ise, büyüme modelindeki yapısal iç talep-dış talep dengesizliği. Mevcut kaynakların, en başta insan gücü kaynaklarının yüksek oranda istihdam edilmesine, harekete geçirilmesine, üretken kılınmasına engel oluyor, sürüp giden ve kronikleşen bir sosyal dengesizlik ve refah kaybı yaratıyor.
Büyüme hızlandıkça dış ticaret açığı mekanik olarak sürdürülemez bir düzeye yükseliyor. Bu, büyümeyi frenliyor ve istihdam ve sosyal refahı potansiyellerinin altında bir düzeye baskılıyor. Ekonomi politikası kronik olarak iç refahla dış denge arasında bir ikilem karşısında kalıyor. Büyümeyi hızlandıran bir duruş aldığında (bunun maliye ya da para politikasıyla yapılması şart değil, finans sektörü politikası da kredi genişlemesi ve borçlandırmayla iç talebi destekleyebiliyor – o nedenle makroekonomi politikası bileşimine dahil), ekonomi sermaye girişlerine aşırı oranda (dış borcu sürdürülemez ölçüde artıran bir oranda) bağımlı hale geliyor. Bu yapısal tıkanıklıktan çıkış ancak büyümeye net ihracatın katkısının (yani ithalat ve ihracat arasındaki farkın) kalıcı olarak artmasıyla mümkün.

Neler yapılmalı?
Yeni yayınlanan, Türkiye incelememiz bu konuya, temel makroekonomik faktörlere ilaveten, mikro ekonomik bir yaklaşım öneriyor. Mikro ekonominin kara kutusuna girilmediği takdirde makroekonomik politikaların istihdamı ve sosyal refahı potansiyellerinin altına tutmak zorunda kalabileceğine dikkat çekiyor. İç talep-dış talep dengesinin kalıcı şekilde tesis edilmesi ve net ihracatın kalıcı olarak artması için reel sektörde mevcut ancak atıl kalmış olan verimlilik potansiyelinin harekete geçirilmesinin önemine dikkat çekiyor.

‘TÜRK REEL SEKTÖRÜNÜN İSTİSNAİ BİR DİNAMİZ VE POTANSİYELİ VAR'
Önceki OECD incelemelerinde ampirik mikro ekonomik araştırmalarla belgelemeye çalıştığımız bu potansiyeli incelemeye devam ettik. Türk reel sektörünün istisnai bir dinamizm ve potansiyeli var, bu bir şehir efsanesi değil. Türkiye’nin ortalama eğitim düzeyinin ve sanayiin ortalama teknolojik düzeyinin ötesine gitmiş bir dinamizm ve potansiyel bu. Ancak Türkiye bu potansiyelin realize olmasını sağlayacak makroekonomik, mikro ekonomik ve yönetişimsel çerçeveyi kurabilmiş değil.

Yakın tarihimizde bu potansiyeli harlayan ve Türkiye’nin sanayi kapasitesini bugün bulunduğu noktaya taşıyan temel adımlar atıldı: 1990’larda AB ile yumruk birliği; 2000’li yıllarda muazzam kamu maliyesi konsolidasyonu ve AB rekabet mevzuatına uyum; 2010’lu yıllarda teknoparklar, AR-GE teşvikleri ve organize sanayi bölgeleri. Bunların ortaya çıkarmış olduğu, dünya standartlarına göre düşük ve orta teknolojili, fakat çok çeşitlenmiş ve çok değerli imalat ve ihracat kapasitesi. Ancak, bu kapasitenin daha nitelikli orta boy şirketlere evrilmesini frenleyen bir makroekonomik, mikro ekonomik ve yönetişimsel çerçeve ağır basmaya devam ediyor.

Makroekonomide temel konu, rakip ülkelerden olağanüstü yüksek fiyat ve kur istikrarsızlığı, ve bundan kaynaklanan yüksek risk primleri ve sermaye maliyetleri. Türkiye masasında yaptığımız ampirik çalışmalar bu handikapın Türkiye’nin kurumsal ve yönetişimsel standartlarının uluslararası normların altında kalmasıyla doğrudan ilintili olduğunu gösteriyor.

Temel mikro ekonomik tespitimiz ise şu: Kanun ve kurallara tam uyulduğu takdirde çok frenleyici hale gelen bir ürün, işgücü ve vergi mevzuatı var. Bu mevzuat altında reel sektör şirketleri, bilhassa düşük verimli KOBİ’ler, esnekliklerini kısmen kanun ve kurallar dışında kalarak sağlayabiliyorlar. Vergi yükümlülüklerinde, finansal şeffaflıklarında, sermaye piyasasına açılma olanaklarında, aile dışından profesyonel yönetici istihdam etmede, çalışanlarını işgücü mevzuatına uygun ve düzgün bir şekilde istihdam etmede hayli zorlanıyorlar. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bu şirketlerin önemli bir kısmı “yarı legal”, “yarı formel” diyebileceğimiz bir şekilde çalışmaya devam ediyor. Bu durum reel sektörün daha yetkin ve formel orta boy şirketlere ve tarım işletmelerine evrilmesine engel oluyor, en azından frenliyor. Bu kısıt aşılabildiği takdirde Türk KOBİ’lerinin sermayelerinin güçlenmesi, profesyonelleşmeleri ve uluslararası partnerlerle çalışmaları daha hızlanabilir ve Türk ekonomisinin verimliliği ve ihracat kapasitesi ciddi oranda artabilir.

Türkiye’nin uluslararası ekonomi politikası standartlarına dayanan bir makroekonomik politika bileşimini oluşturması güveni çok artırır görüşündeyiz. Türkiye’nin yakın ekonomi tarihine bakıldığında bu uluslararası bilgi havuzundan yararlanıldığı dönemlerde çok ciddi yönetişimsel kalite, risk primi, yatırım ve sermaye maliyeti ve verimlilik kazanımları elde ettiğini görüyoruz. Reel sektörün büyük dinamizme karşın atıl kalan verimlilik kapasitesinin bu yakınsamadan yararlanacağı çok net. Yakın dönemdeki güven zayıflamasında pandemi öncesinde oluşmuş bazı sorunların bu dönemde iyice derinleşmesinin büyük rolü oldu.